Friday, March 20, 2009

CHE'NİN ÇANTASINDAN ÇIKAN NUTUK


CHE'NİN ÇANTASINDAN ÇIKAN NUTUK

25/10/2008 - Cemal Sağmen


Küba Devrimi’nin öncülerinden ve Fidel Castro’nun yoldaşı Arjantinli devrimci doktor Che Guevara, 1967 yılında Bolivya’da yakalanıp öldürüldüğünde sırt çantasından; “Atatürk’ün Büyük NUTUK’u” çıkmıştır...”


NUTUK’un Küba Devrimi’ndeki yeri aslında daha önceki yıllara dayanıyor. Sosyalist Küba Cumhurbaşkanı Fidel Castro, 12 Mayıs 1961 tarihinde Havana’da görevli genç Türkiye diplomatı Bilal Şimşir’den “Atatürk’ün Büyük Nutuk Kitabını” ister. ABD’nin bilgisi olmaması ricasıyla yapılan bu istek, Bilal Şimşir tarafından uzunca bir süre sonra yerine getirilebilir. İşte, Fidel Castro’nun Atatürk hayranlığının kaynağı; İngilizce “Nutuk” kitabını özümseyerek okumasında ve devrimci M.Kemal ATATÜRK’ün ilk antiemperyalist savaşımını zafere eriştiren “1919 Ruhu”ndan esinlenmesinde yatıyor.


12 Aralık 1996’da bir ödül töreni için gittiği Küba’da Fidel Castro ile görüşen Dursun ÖZDEN kendisine “Türkiye’de solcu, ilerici ve devrimci gençler; Che Guevara ve Fidel Castro’yu çok seviyorlar ve sizleri mutlak önder olarak kabul ediyorlar...” der. Bu sözlere Castro’nun verdiği yanıt çok anlamlıdır: “Devrimci M.Kemal ATATÜRK varken, Türk gençleri neden kendilerine başka önder arıyorlar?... Devrimci ATATÜRK bizim ve tüm mazlum halkların esin kaynağıdır...”

Mart 1997 de Habitat Toplantısı için İstanbul’a gelen Fidel Castro, yaptığı konuşmada şöyle der: “Asıl devrimci M.Kemal Atatürk’tür. Ben bir devrim yaptım, ama O’nun yaptıklarını asla başaramazdım. Sakın kendinize başka esin kaynağı aramayın...” Fidel Castro’nun bu sözleri karşısında heyecanlanmamak mümkün mü?

Bu bağlamda son yıllarda Latin Amerika ülkelerinde esmekte olan “ulusalcı ve antiemperyalist rüzgarda” Mustafa Kemal ışığının etkisi yok mudur sizce?...

O Mustafa Kemal ışığıdır ki; doğudan batıya, güneyden kuzeye, birçok halk hareketini ve halk önderini etkilemiştir. Örneğin, çağdaşları Lenin ve Churchill kendisini hep takdir etmişlerdir. Örneğin, 1935’teki Uzun Yürüyüş öncesinde Şankay Meydanı’nda toplanan binlerce Çinliye seslenen Mao’nun ilk sözleri şöyledir: “Ben, Çin’in Atatürk’üyüm..” Ve 1948’den bugüne dek, Çin Halk Cumhuriyeti’ndeki 8. ve 9. sınıflarda Yakınçağ Tarihi derslerinde Atatürk ve Cumhuriyet Devrimleri okutuluyor.

Peki, Atatürk ışığı dünyanın dört bucağını aydınlatırken Türkiye’de neler oluyor? Ne yazık ki ülkemizde bir yandan gericiler ve yobazlar diğer yandan Che, Castro, Lenin, Mao gibi devrimci liderleri sözde örnek aldıklarını sanan “uçuk solcular”, Atatürk’ü ve düşüncelerini yıpratmak için herşeyi yapıyorlar. Emperyalistler ve yerli işbirlikçileri de Atatürk’e karşı olan her türlü gerici ve bölücü hareketi destekliyorlar. Bu tür çalışmalar yurt dışında da sürüyor. İşte sizlere iki örnek:
Birincisi, Küba polis şefi Carlos Fernandez’in yaptığı açıklamaya göre: “Başkent Havana’daki 13/K parkında, birçok dünya liderinin büstlerinin olduğu yerde bulunan Atatürk büstü, Havana Karnavalı için çeşitli ülkelerden gelen ‘Kürt kökenli gençler’ tarafından 26 Temmuz 2007 günü yerinden sökülerek yok edilmiştir...”


İkinci örnek ise çok düşündürücü: “Annan Planı gereğince KKTC’deki ortaöğretim okullarının ders kitaplarından Atatürk ve Türkiye Ulusal Kurtuluş Savaşı konuları çıkarıldı...”

Son yıllarda ülkemizin üzerine çöken kara bulutların dağıtılabilmesi için; öldürüldüğü gün Che’nin sırt çantasından çıkan NUTUK’u kendimize rehber edinmemiz gerekiyor.

Cemal Sağmen

Thursday, February 12, 2009

ÇAĞDAŞ TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NE SUİKAST…

AVRUPA-ADD BASIN AÇIKLAMASI

ÇAĞDAŞ TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NE SUİKAST…

Dursun ATILGAN
Avrupa Atatürkçü Düşünce Dernekleri Federasyonu Genel Başkanı
24 Şubat 2008


BÖLE BÖLE BÜYÜDÜLER, İKTİDARA GELDİLER;
ŞERİAT CEPHESİNİ OLUŞTURDULAR;
ÇOĞUNLUK DİKTATÖRLÜĞÜNÜ KURDULAR;
ÇAĞDAŞ TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NE SUİKASTTA BULUNDULAR…
HALKIMIZ, 22 TEMMUZ’DA VERDİĞİ YETKİYİ BUNLARDAN GERİ İSTEMELİDİR…

- En önce mezheplerle İslam’ı bölmüşlerdi…
- Sonra (tarikatlarla) mezhepleri böldüler…
- Nüfusunun çoğunluğu Müslüman olan ülkeler Şeriat kurallarına göre yönetildiler, yönetiliyorlar…

- 1923’te, Cumhuriyetimizin ilanı ile birlikte Aydınlanma Devrimi başlatılmış, Türkiye’de söz konusu bölünmeye, Şeriat Hukuku’na ve Mecelle’ye son verilmişti…
- 1924’te Hilafet ile birlikte Osmanlı zamanında kanunların Şeriat’a uygun olup olmadığını denetleyen “Şer’iye ve Evkaf Vekâleti” kaldırılmış, Tevhid-i Tedrisat Kanunu (Eğitim ve Öğretim Birliği Yasası ) çıkarılmıştı…
- Fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür; kendi aklını kendisi kullanabilen, bağımsızca düşünebilen, medenî cesaret sahibi, Türk İstiklâline ve Türk Cumhuriyetine sahip çıkacak kuşaklar yetiştirilmek üzere gerekli koşullar oluşturulmuş; eğitim ve öğretim seferberliği başlatılmıştı…
- 1935’te Eğitmen okulları açılarak, ülke çapında eğitim ve öğrenimde çok önemli adımlar atılmıştı (1)
- Yurdumuzu dünyanın en bayındır ve en uygar ülkeleri düzeyine çıkaracak yoğun faaliyetler hızla sürdürülüyordu…
- Ulusumuzu en geniş refah araç ve kaynaklarına sahip kılmak için gerekli tüm çalışmalar başlatılmıştı...
- Ulusal kültürümüzü çağdaş uygarlık düzeyinin üstüne çıkarmak için zamanın gerektirdiği yüksek tempolu bir çalışma düzeni kurulmuştu…
- Bilim adamlarımız dünya bilimine katkılarda bulunarak, dünya bilim literatürüne Türkiye’nin adını yazdırmaya başlamışlardı… (Prof. Dr. Hulusi Behçet gibi)
- Ulusumuz birlik ve beraberlik içinde tüm güçlükleri yenebilecek bir bilince ve düzeye ulaştırılmıştı…
- Türkiye, dünya barışına etkin katkılarda bulunan saygın bir ülke düzeyine yükseltilmişti… (Balkan Paktı, Sadabat Paktı örneğinde olduğu gibi).
- Atatürklü günlerde, Türkiye, en nüfuzlu devletler tarafından, Milletler Cemiyeti’ne üye olması için ısrarla davet edilmişti… (O günlerin kişilikli politikası ile bugünlerin buyruklara boyun eğici ve dolayısıyla Türkiye’nin itibarını düşürücü politikasını mukayese edelim).
- 1935’te başlatılan eğitim ve öğretim seferberliğinin gereği olarak, 1940’ta Köy Enstitülerinin kurulması için gerekli yasa çıkarılmış; Atatürk’ün gösterdiği doğrultuda uygulamalı öğrenim verecek, Türkiye’ye özgü yaygın bir öğretim sistemi yaşama geçirilmişti…
- Laik, demokratik, halka dayalı ve halk mayalı; çağdaş hukuk kuralları üzerine temellendirilmiş bir Türkiye Cumhuriyeti hüküm sürüyor ve bu Cumhuriyetle kıvanç duyan Türk Milleti, onu yükseltici ve yüceltici kuşaklar yetiştirmede olağanüstü duyarlı ve bilinçli bir konuma yükseltilmişti…
- Önce Çanakkale’de emperyalist saldırganlara unutamayacakları bir ders veren ve dünyayı şaşırtan bir başarı elde eden Mustafa Kemal, sonra Samsun’da bir güneş gibi doğarak, Kurtuluş ve Bağımsızlık Savaşı’nı başlatmış; yine tüm dünyayı şaşırtan bir zafer elde ettikten sonra, Lozan Barış Antlaşmasıyla Misak-ı Milli’nin uluslararası tanınmasını sağlayıp, Cumhuriyeti kurmuş; 15 yılık çok kısa bir süre içinde Türkiye’yi, en çağdaş ve en uygar devletleri kıskandıran bir tempoyla, lâyık olduğu düzeye yükseltmişti...

“Yükselme Devri”…

- Atatürk, Türk Kadını’na, 1930’da yerel seçimler için, 1934’te ise genel seçimler için, seçme ve seçilme hakkını - aşağıda görüldüğü üzere - bugün AB üyesi olan birçok ülkeden yıllarca önce verererek, halkın sadece erkeklerden oluşmadığını; özgürlük ve demokrasinin sadece erkeklere mahsus olmadığını ortaya koymuş; dünyada var olan herşeyin kadının eseri olduğunu vurgulayarak, Türk Kadının baş tacı yapılması gerektiğini yasalarla garanti altına almıştı.

Bugün AB üyesi olan ülkelerden bazılarının kadına seçme ve seçilme hakkını hangi tarihte verdiklerine ilişkin şu listeye bir göz atalım:

Bulgaristan 1945
Fransa 1946 (Korsika’da: 1962)
İtalya 1946
Romanya 1946
Belçika 1949
Yunanistan 1952
İsviçre 1971
Portekiz 1974
(Kaynak: Informationen zur politischen Bildung; 2. Quartal 2007)


******

- İkinci Dünya Savaşıyla birlikte bir “duraklama devri” başladı…
- 1950’den itibaren ise “gerile(t)me devri” başlatıldı…
- 1932’den beri Türkçe okunan ezan kaldırılarak, yeniden Arapça okutulmaya başlandı (Dini siyasete alet etme başlangıcı)…
- Anayasa’nın dili değiştirilerek, Arapça’ya yeniden “avdet” edildi… (Dil ve KültürdeKarşı Devrim başlangıcı)…
- Şeriatçıların sesleri daha gür çıkmaya ve eylemleri daha açıktan olmaya başladı…
- Vatan kurtaran, Devlet ve Cumhuriyet kuran Atamıza hakaret yarışı başlatıldı…
- Köy Enstitüleri kapatıldı (Eğitim ve öğretimde Karşı Devrim başlangıcı)…
- Halkevleri ve Halkodaları kapatıldı
- Müspet öğrenim yerine dine dayalı öğrenime ağırlık kazandırılmaya başlandı…
- Tarikatların Kur’an kursları açmasını engelleme yerine, özellikle teşvik edici adımlar atılmaya başlandı... (2)
- Yoğun bir biçimde laiklik karşıtı gelişmelere, söylem ve eylemlere tanık olunmaya başlandı...
- Devrim yasalarına karşı kuşaklar yetiştirme en önemli amaç olmaya başladı…
- Zamanın Başbakanı - oy uğruna - Nurcu Sait Nursi’nin (Kürdî) elini öpecek kadar düştü. (Devletin itibarı düşürülmeye başlandı)…
- Aynı Başbakan, “siz isterseniz Hilafeti geri getirirsiniz” diyerek, (Cumhuriyetimize karşı söylemler) başlattı…
- Bu Başbakan “halkı ikiye bölme ve cepheleştirme”yi de başlattı: Vatan Cephesi…
- TRT’yi iktidarın hem borazanı hem çiftliği yaptı…
- “Dalalet Partisi” devrinde “çoğunluk diktatörlüğü” anlayışı topluma hakim kılınmaya başlandı…
- İktidardaki bu partiye oy vermeyen Kırşehir ili, ilçe statüsüne düşürüldü…
- 27 Mayıs 1960 ile birlikte bu tehlikeli gelişmelere s o n v e r i l m i ş t i…

******

- 1965’ten itibaren, tarikatçılara oy uğruna ödün vererek, bölmeye yeniden başladılar…
- Aynı yıl Alpaslan Türkeş CKMP Başkanlığını ele geçirince “Milliyetçi - Solcu” diye gençleri böldüler ve birbirine düşürdüler, kırdırdılar…
- 26 Ocak 1970’te Erbakan’ın Başkanlığında Millî Nizam Partisi kuruldu…
- Bu tarihten itibaren Camileri bölmeye başladılar: Milli Görüş, Süleymancı, Nurcu Camileri gibi (Özellikle yurt dışında daha da serbest bir ortam buldular, böldüler ve böldüler)…
- Türban-Takke-Sarık-Cüppe gibi çağdışı giysiler yeniden giy(dir)ilmeye başlandı…
- 1975’te Şeriatçılar ve sözde Milliyetçiler “Milliyetçi Cephe Hükümeti”ni kurdular…
- Okulları böldüler (önce “özel – resmî” olarak)…
- Öğrenci Yurtlarını böldüler…
- I. MC hükümetinin kuruluşundan 12 Eylül’e kadar, büyük çoğunluğu üniversite öğrencisi olan 5000’den fazla genç yaşamını yitirdi…
- Bazı il ve ilçe semtleri “kurtarılmış bölge” ilan edildi…
- Öğretmenleri böldüler…
- Atatürkçü öğretmenleri kıyıma uğrattılar… (3)
- Üniversiteleri böldüler (“özel – resmî” olarak)…
- Halkın çalışan kesimini böldüler (“milliyetçi - solcu” diyerek)…
- Sendikaları böldüler (Hak-İş v.s.)…
- Sanayici ve İşadamları kuruluşlarını böldüler “Türk Sanayici ve İşadamları Derneği” TÜSİAD’a karşı “Müslüman Sanayici ve İşadamları Derneği”ni kurdular: MÜSİAD
- Yargıyı böldüler…
- Polis teşkilatını böldüler: POLBİR – POLDER…
- Polis teşkilatına şeriatçı unsurları yerleştirdiler…
- “Bu ülke 1961 Anayasası ile yönetilemez” diye propaganda yapmaya başladılar…
- Sonra 12 Eylül 1980 geldi… Aslında 12 Eylül kendiliğinden gelmedi, kelimenin tam anlamıyla davet edildi…(4)
- 12 Eylül, Atatürk’ün en güvendiği ve Cumhuriyetimizi de Bağımsızlığımızı da koruması için emanet ettiği GENÇLİĞİN ELİNDEN BİRİNCİ VAZİFESİNİ GERİ ALDI. En değerli varlığımız, geleceğimiz olan gençliğin, ülke sorunlarıyla ilgilenmesini yasakladı. Bu k o r k u n ç i h a n e t i n hesabı sorul(a)madı...
- Sonra YÖK kuruldu. 12 Eylül’ün yöneticileri Prof. İhsan Doğramacı’yı YÖK Başkanı yaptı…
- İhsan Doğramacı, üniversite öğrencilerini türbanlı – türbansız diye bölmeyi resmîleştirdi… Sıkmabaş denilen şeye türban adı bu ilk YÖK Başkanı tarafından verilmiş oldu… (Prof. Dr. Şerafettin Turan’ın Türk Devrim Tarihi adlı eserine bakalım)…
- 12 Eylül yöneticileri, Atatürk’ün - bağımsız olarak - kurduğu Türk Dil Kurumu’nun ve Türk Tarih Kurumu’nun adını değiştirip, işlevini geriye doğru çevirdi; Başbakanlığa bağlayarak, iktidarlara bağımlı konuma getirdi…
- Diyanet İşleri Başkanlığı aracılığıyla, yurtdışında çalışmak zorunda bırakılan yurttaşlarımız için, dinî hizmet vermek üzere görevlendirilen din görevlilerinin maaşlarının Suudi Arabistan’ın Rabıta dlı örgütü tarafından karşılanması resmen onaylandı…(5)
- Türkiye’yi bir “Şeriat Devleti” yapmak üzere, alt yapıyı oluşturacak özel okullar aç(tır)maya başladılar (sadece Türkiye’de değil dış ülkelerde de). Fetullah’ın karanlık amaçlı “Işık Evleri”… (6)
- 24 Ocak kararlarının uygulayıcısı, 12 Eylül yönetiminin de Başbakan Yardımcısı yapıldı.
- 1983’te, 12 Eylül yönetiminin vetosuna uğrayan isimlerin seçimlere katılması engellenince, adını “Anavatan” koyduğu partiyle tek başına iktidar olan “eski müsteşar ve Erbakan’ın partisinin eski İzmir adayı” , 1984’te başlayan bölücü terör saldırılarının artmasına ve şiddetlenmesine katkıda bulunurcasına “Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti yerine Anadolu Cumhuriyeti adını koysaydı, terör sorunu yaşanmazdı” ve “Federasyon konusunu tartışabiliriz” gibi, saçma söylemler ortaya attı…
- Bu Başbakan “Söyleyin ona, her yaptığı yanlış değil” diye bölücü terör örgütünün eli kanlı elebaşına “teşvik selamı” gönderdi…(7)
- Anayasa Mahkemesi’ne, hukukla uzaktan yakından ilgisi ve ilişkisi olmayan bir kimseyi atadı. Laiklik konusundaki Anayasa Mahkemesi kararlarına hep olumsuz oy veren bu kimse - ne acıdır ki - bugün Anayasa Mahkemesi’nin Başkanlığına bile seçilebildi…
- Eğitim ve Öğretim Birliği yerine öğrencileri orta öğretimden itibaren bölmeye yönelik olarak kurulan İmam Hatip Okullarını, üniversite giriş sınavlarında liselerle eş tutma konusunda, Devlet Planlama Teşkilatı’nın başındayken, karara bağlanmış olan metin üzerinde yaptığı gizli kalem oynatmayla, yasa dışı bir yol izlendi…(8)
- Süleyman Demirel başkanlığındaki Adalet Partisi (AP) ve AP öncülüğündeki Milliyetçi Cephe hükümetleri döneminde (1965-1980), İmam Hatip Okulu açmak ve böylece “Eğitim ve Öğretim Birliği Yasası”na aykırı tasarruflar bir kampanyaya dönüştürüldü. Yalnızca 1975-1977 yıllarında yeniden 233 İmam Hatip lisesinin açılması bunun en somut örneğini oluşturmaktadır

Bugün yaşanan sorunların temelinde büyük bir oranda “Eğitim ve Öğretim Birliği Yasası”nın gözardı edilerek, din öğretimi veren okulların durdurulamayan artışı yatmaktadır.

Süleyman Demirel, 1987'de Köprü dergisine verdiği bir demeçte, İmam Hatip liseleri kampanyasını yürütmeyi savunmak için şunları söylüyordu:
“Tevhid-i Tedrisat Kanunu'na ters düşüyor diye din eğitiminden vaz mı geçilecek? Böyle isteyenler, Tevhid-i Tedrisat Kanunu'nu, ne ise o kanunun esasları, din eğitimini de içine alacak şekilde düzeltmeleri lâzımdır. Tevhid-i Tedrisat Kanunu bir semavî kitap değil ki… Şayet Kur'an kursları veya din eğitimi bu kanuna ters düşüyorsa, yanlış olan din eğitimi değil Tevhid-i Tedrisat Kanunu'dur...” Cumhuriyet 4 Mart 2000.

******


- 3 Kasım 2002’de bir demokrasi kazası sonucu, hasbel kader iktidar olan Adalet ve Kalkınma Partisi” adlı, ancak ne adaletle ne de kalkınmayla ilgisi olan, fakat Anti Kemalist Parti olduğu kesinlik kazanan parti, bugüne kadarki icraatlarıyla takıyyeci özelliğini ortaya koydu…
- Bu iktidarın ana amacı, Şeriatın maskesi “türban” ile kamusal alanları da işgal etmek ve İmam Hatip okulları mezunlarının lise mezunlarıyla eş tutulması konusundaki ısrarını sürdürerek, toplumu bölmek ve germek oldu.
- “Türban” konusunda, Danıştay, Anayasa Mahkemesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin verdiği kararlara karşı çıkan ve hatta bu konudaki kararın - Osmanlı döneminde – olduğu gibi “Ulema”ya havale edilmesi gerektiğini AKP iktidarının Başbakanı bizzat söyledi…
- 22 Temmuz seçimlerinden önce meydanlarda Anti Kemalist Partiye “urgan” atan Müdahaneci Himaye Partisi, iktidara payanda olabilmek için türban atmaya başladı. Bu müdahaneci parti, “Şeriatçı Cephe”yi oluşturmada öncü oldu ve önce “Şeriatın maskesi” türbanı Çankaya’ya çıkardı, arkasından da Anayasa’yı değiştirmesini sağlayarak, kamusal alanı türbanlı-türbansız
diye resmen bölmede suç ortağı oldu…
- Mustafa Kemal Atatürk’ün Önderliğinde gerçekleştirilen Türk Devrimi ve O’nun ilkelerine karşı yarım asırdan fazla bir süredir yürütülen “Karşı Devrim” çabaları, AKP iktidarıyla birlikte, - içten ve dıştan destek alarak – daha açık ve daha kesin bir biçimde ortaya konularak, yıkım devri süreci başlatılmış oldu…
- Türkiye Radyo Televizyon kurumu (TRT) AKP’nin basın yayın politikasına alet edilerek, Tarikatlar Radyo Televizyon kurumu düzeyine düşürüldü…
- YÖK Başkanlığına atanan kimse ise, bilimle ilgilenmesi gerekirken türbana programlanmış olduğunu ve iktidara olan diyet borcunu ödemek için çağdaş Türkiye’nin en önemli kurumlarından birini AKP’nin buyruğuna göre yöneteceğini ortaya koydu. Ne kadar hüzün verici bir durum… Böyle kimseleri “bilim adamı” olarak nitelemek, gerçek bilim adamlarına hakaret olsa gerek…

******

“Böl ve yönet” taktiğini, Türkiye’de, kendilerini en çok “milliyetçi-mukaddesatçı” olarak tanımlayan “kafatasçı ve şeriatçı” kesim uyguladı…

Ulusal kimlik, ulusal dil ve ulusal kültür konusunda sorun ve dolayısıyla bunalım yaşayan şeriatçı kesim, ulusal kimliğimizi de sorgulamaya başladı…


Ulusal birlik ve beraberliğimiz çok büyük yaralar aldı…

“Türban” denilen yorgan biçimli örtü, devlet organlarında bir “kadrolaşma kıstası” oldu…

Atatürk’ün gösterdiği, “Ulusal kültürümüzü çağdaş uygarlık düzeyinin üstüne çıkarma” hedefine karşı, türban maskeli direnişi bunlar başlattılar.

9 Şubat 2008’de “Şeriatın maskesi türban” için Anayasa’yı değiştiren “Şeriatçı Cephe”, Laik Türkiye’ye karşı sonuçları çok ağır olacak bir suikast sahnelemiş oldu…

Bu suikast AKP Cumhurbaşkanı tarafından onaylandı…

******

Tüm bu “Karşı Devrim yürüyüşü”ne, “sandığın sonucu – demokrasinin gereği” diyerek, katlanmak söz konusu olamaz. Türkiye’de, İran’daki “Mollarşi”den esinlenilerek oluşturulan “Mollakrasi” sistemini kabullenmek söz konusu olamaz…
- 22 temmuz 2007’de demokrasinin ölçüsü olarak kabul edilen sandıktan Şeriat çıktı…
- Arkasından “Milliyetçiler ve Şeriatçılar Cephesi” yeniden kuruldu…

Gelecek seçimlerde, sandıktan “Hilafet” bile çıkabilir.
Tüm bunları kabûllenmek ve “ne yapalım, demokrasinin sonucudur. Saygı duymak ve katlanmak zorundayız” demek, düşünülebilir mi?


G e r ç e k l e r o r t a d a:

- Türk Devrimi’nin uzun ve sağlam zincirinin halkaları, 1950’den itibaren bir bir aşındırılmaya, koparılmaya başlandı…
- 27 Mayıs bile bu gidişe kalıcı bir son vermeye yetmedi…
- Çağdaş ve uygar Türkiye karşıtı tüm bu gelişmeler, II. Dünya Savaşı sırasında başlayan “duraklama devri”nin arkasından, oy uğruna ödün vererek iktidarda kalmayı yeğleyen siyasî partilerin ihanetlerinden kaynaklandı.

- Memleket dahilindeki iktidar sahipleri, gaflet, dalalet ve hatta hıyanet içinde şahsî menfaatlarını müstevlilerin siyasi emelleriyle birleştirerek, ülkemizi tarımar ettiler…
- Yerel yönetimlerin ezici çoğunluğunu, kendi siyasetlerine alet etmede emsali görülmemiş tasarruflarda bulundular…
- Tambağımsızlık ilkesi gözardı edilerek, egemenlik - kısmen de olsa - emperyalist güçlerin inisyatifine bırakıldı.
- Bağımsız dış politika yerine boyun eğici bir dış politika izlendi. Bunun sonucu olarak Kıbrıs konusunda akıl almaz ödünler verildi…
- Devletini düşünen siyasetçi ve devlet adamı olmak yerine, yarınki seçimi düşünen ve dolayısıyla “oy avcısı” olmayı tercih edenler, Halk için değil seçmen için politika yapmayı yeğlediler…
- Demokrasi’den Mollakrasi’ye giden yol , yerel yönetimlerin ezici çoğunluğunu da Anti Kemalist parti iktidarının güdümüne alarak, inşa edildi.
- Bu yolda “yeşil sermaye” en büyük finans kaynağı oldu… (9)

Bir ulusun kültürü, bilim ve akıl yoluyla çağdaş uygarlık düzeyinin üstüne yükseltilebilir; tarikatçılıkla, hurafecilikle, kadınların elinden özgürlükleri alınarak değil…


Türkiye’nin dünya kamuoyuna verdiği bugünkü resim, çağ dışılığa itilişin bir kanıtıdır.
Çankaya’dan Başbakanlığa, Bakanlıklardan kamusal alanlara kadar “türban maskeli Şeriat”ın görüntüsü utanç vericidir…

Dersaadet’in “dolma-kalemlileri” kalemlerini iktidarın denetimi için kullanacakları yerde, durmadan Atatürk ve Atatürkçülük karşıtı söylem ve eylemlerde bulunarak, iktidarın olanaklarından yararlanabilmek için, ona alkış tutmada birbiriyle yarışmaktadırlar.
Dolayısıyla Halkımızın büyük çoğunluğu, doğru, güvenilir haber ve bilgiden yoksundur.
İktidar, medya kuruluşlarının çoğunluğunu kendi siyaseti doğrultusunda yönlendirmek üzere baskı altına almakta ve şantaj yapmaktadır.

Ancak, tüm bu olumsuz gelişmelere rağmen, herşey bitmiş değildir…
Şimdi yol ayrımındayız:

Öncelikle Atatürk ilkelerini bir kez daha anımsayalım:

I. Atatürk’ün Türk Ulusunu Ulaştırmak istediği hedeflere yönelik ilkeler:


1. Ulusal Egemenlik

2. Ulusal Bağımsızlık

3. Ulusal Birlik ve Beraberlik

4. Yurtta Barış - Dünyada Barış

5. Yurdumuzun dünyanın en bayındır ve en uygar ülkeleri düzeyine çıkarılması;

6. Ulusumuzun en geniş refah araç ve kaynaklarına sahip kılınması;

7. Ulusal kültürümüzün çağdaş uygarlık düzeyinin üstüne çıkarılması;

8. Bilimin Rehber Edinilmesi ve Akılcılık


II. Atatürk’ün siyasal sistem bakımından ilkeleri:



1. Ulusçuluk

2. Halkçılık

3. Cumhuriyetçilik

4. Laiklik

5. Devletçilik

6. Devrimcilik

Tüm bu ilkelerin tek bir dayanağı ve tek bir sınırı vardır: CUMHURİYET… Halka dayalı ve Halk mayalı TÜRKİYE CUMHURİYETİ…

12 Eylül sonrası türeyen bazı “Özalcı enteller” tarafından Atatürk Cumhuriyeti’nin artık miyadı dolmuş sayıldı. Özal’la birlikte “2. Cumhuriyet”in başlamış olduğu yolunda propagandaya başlayan, dolayısıyla da adları tarihe “İkinci Cumhuriyetçiler” ve hatta “Numaracı Cumhuriyetçiler” olarak geçen “entellerin” yok saymak istedikleri Cumhuriyetimiz, şimdi de bir suikastla
sandığa gömülmek üzeredir…

Bu suikast karşısında “demokrasi var; seçmen böyle istedi” diyerek, seyirci kalınamaz…


Önce, kendimize şu soruları soralım:

Şu anda Türkiye’yi yönetenler kimler?

- D e v l e t i n y a r ı n ı n ı d ü ş ü n e n ciddî d e v l e t a d a m l a r ı m ı?
- Yarınki seçimleri düşünen s ı r a d a n siyasetçiler mi?

- D e v l e t i n i t i b a r ı n ı d ü ş ü n e n saygın d e v l e t a d a m l a r ı m ı?
- Devletin itibarını düşüren s a p k ı n siyasetçiler mi?

TBMM’nin durumu nasıl?

- Türk Devrimi’ne sahip çıkmada duyarlı ve titiz çoğunluğa sahip olan bir Türkiye Büyük Millet Meclisi mi var?
- “Karşı Devrim”i yürürlüğe koymada ısrarlı bir çoğunluğun Meclisi mi var?
- Türk Kadını’nı, daha da çağdaş olmaya teşvik eden bir çoğunluk mu var?
- Türk Kadını’nı çağ dışılığa yeniden itmek isteyenlerin çokluğu mu var?

Mustafa Kemal Atatürk’ün – her yaştan Türk gencine - emanet ettiği, laik, demokratik, halka dayalı, halk mayalı üniter Türkiye Cumhuriyeti’ne, Türk Bağımsızlığına, Türk Devrimi’ne ve geleceğin de öncüsü olan Kemalist ilkelere sahip çıkmak zorundayız.

Bunu gerçekleştirmek için, Halkımız, ülkemizi ve ulusumuzu ve devletimizi bölenlere verdiği yetkiyi geri almak zorundadır…

Bizim Cumhuriyetimiz halka dayalı ve halk mayalı bir Cumhuriyettir. Dolayısıyla, biz, hiç bir zaman halkın iradesi dışında bir hareket olsun istemiyoruz. Ancak, yukarda da belirttiğimiz gibi, Halkın iradesi hiçe sayıldığı zaman, Halk bunun hesabını - yetki süresi dolmadan - sormalıdır…

Ulusal bilinci köreltmek ve ulusal bilinçten yoksun kuşaklar yetiştirmek için ellerindeki devletin olanaklarını seferber edenlere, hak ettikleri ders verilmek zorundadır…

Kemalizmin dinamizmi ve 14 Nisan’ın enerjik duruşu , bu iktidara verilen yetkinin geri alınması için gerekli olan öz kaynaklardır...
Bunun örneği 22 Temmuz öncesi verilmiştir…
--------------------------

(1) Atatürk’ün 27 Ekim 1922’de Bursa’da öğretmenlere seslenişi: “Bir taraftan genel cehaleti ortadan kaldırmaya çalışmakla beraber, diğer taraftan toplumsal yaşamda, uygulamalı, etkili ve verimli unsurlar yetiştirmek lazımdır. Bu da ilk ve orta tedrisatın amelî bir tarzda olmasıyla mümkündür”.
İzmir İktisat Kongresini açış söylevinde de aynı gerçeği bir başka açıdan vurgulamıştı:
“Evlâtlarımızı o surette talim ve terbiye etmeliyiz ve onlara o surette ilim ve irfan vermeliyiz ki, ticaret dünyası, ziraat ve sanatta ve bütün bunlarla ilgili faaliyet sahalarında verimli olsunlar, etkin olsunlar, çalışsınlar, uygulayıcı birer unsur olsunlar. Dolayısıyla eğitim ve öğretim programımız, gerek ilk öğretimde gerekse orta öğretimde verilecek bütün şeyler bu görüş açısına göre verilmelidir”.
1 Mart 1923’te TBMM’nin 2. dönem 1. toplantısını açarken, “Memlekette eğitim ve öğretim ışığının yayılmasına ve en derin köşelere kadar etkin olmasına özellikle önem veriyoruz.”
TBMM’nin 2. dönem 3. toplantı yılını açarken de “Eğitim ve öğretimde hayatın pratik gereklerini ve çevrenin özel koşullarını temin eden bir sistem üzerinde çalışıyoruz”.
7 Temmuz 1927’de İstanbul’da öğretmenlere şöyle sesleniyor:
“Öğretmenler, her vesileden istifade ederek, halka koşmalı, halk ile beraber
olmalı, ve halk, öğretmenin çocuğa yalnızca alfabe okutan bir varlıktan ibaret olmayacağını anlamalıdır”.
Atatürk’ün bu sözleriyle ilgili olarak “Prof. Dr. Çetin Yetkin’in “Karşı Devrim 1945-1950” adlı yapıtına bakınız.

(2) Kuran kurslarında edilen yemin: “Ben Muhammed Müslüman ümmetindenim. Türkiye dinsiz, laik bir memleket haline gelmiştir. Hayatımı Mustafa Kemal dinsizliği ile savaşa adayacağıma, Türkiye´yi bir din ve şeriat devleti haline getirmek için mücadele edeceğime, Kemal Paşa zamanında çıkarılan dinsiz kanunların tatbikini önleyeceğime, kısa zamanda ümmet esasına dayanan şeriat devletinin kurulması için devlet idaresinde söz sahibi olacak mevkilere gelmek için çalışacağıma dinim, Allahım ve bütün mukaddesatım üzerine yemin ve kasem ederim.” (Şimdi bu yemini edenler iktidardalar).

(3) Aydınlanma şehitlerimizden Muammer Aksoy, “Öğretmen kıyımı” konusunda yazdığı kitabı bastıracak bir kitabevi bulamayınca, söz konusu kitabı evini satarak bastırabildi.

(4) CHP Genel Başkanı Bülent Ecevit’in zamanın Başbakanı Süleyman Demirel’e “Geliniz, askeri müdahaleye meydan vermeyecek önlemleri birlikte alalım” biçiminde yaptığı bir çağrıyı anımsayalım/anımsatalım …

(5) Aydınlanma şehitlerimizden Uğur Mumcu’nun “Rabıta” adlı yapıtına bakalım…

(6) 1979’daki “İran Mollalar İhtilali”nden önce, Ayetullah Humeyni Fransa’da sığınma ve mollarşi faaliyetlerini yürütme olanağı bulmuştu.
Türkiye’nin Ayetullah’ı Fetullah ise Amerika’da sığınma ve mollakrasi faaliyetlerini yürütme olanağı ve desteği bulmaktadır. Türkiye’de “Abant toplantıları” düzenleyerek, kendilerini aydın sananları uyutmayı sürdürmektedir. Devletin en önemli organ ve kurumlarında kadrolaştıklarını duymayan bilmeyen kalmadı…
Bu benzerliklere rağmen, kimi sözde Başbakanlar Fetullah’ı huzura kabul ederek “ışık evleri” çalışmalarını övdüler; kimi Başbakanlar “Fetullah’ın okullarında Atatürk resimleri asılı” diyerek, okulları masum gösterici ve legalleştirici açıklamalarda bulundular; kimi sözde aydınlar Fetullah’tan ödül aldılar, onun kitaplarına önsöz yazdılar; Dersaadet medyası temsilcilerinin ve ikinci Cumhuriyetçilerin bir bölümü onun güdümüne girdiler; Türkiye Cumhuriyeti Devletini yöneten hiçbir hükümet, Fetullah’ın buyruğunda olan ve bedava dağıtılan, ki bunların sayısı milyonlarla ifade ediliyor, finsmanının nereden ve nasıl sağlandığını, o gazetelerin çalışanlarının maaşlarının nereden geldiğini; “Işık evleri”nin finans kaynaklarının neler olduğunu araştırıp, sormadı…
Her iktidar Fetullah’ın işini kolaylaştırdı... Amerika’dan Fetullah’ın Türkiye’ye teslim edilmesini isteyen bir hükümet çıktı mı, anımsamıyorum…

(7) Değerli gazeteci yazarlarımızdan Saygı Öztürk’ün “Kasadaki Dosyalar” adlı yapıtına bakalım…

(8) Değerli gazeteci yazarlarımızdan Emin Çölaşan’ın “Turgut Nerden Koşuyor?” adlı yapıtına bakalım…

(9) “Türkiye’de tarikatların geliri holdingleri geçtiği gibi, yeşil sermaye, şeriat devleti kurmak isteyen “yeşil gece” yanlılarının buyruğundadır.
İrticacılar; öğretmenleriyle, okullarıyla, valileriyle, kaymakamlarıyla, genel müdürleriyle, öğretim görevlileriyle, sermayesiyle, gazete ve televizyonlar başta olmak üzere her türlü iletişim araçlarıyla, vakıflarıyla, dernekleriyle ve en küçük camideki imam ve müezzinleriyle ayaktadırlar” (Cumhuriyet – 17.7.1998)

aadd(at)ataturk.de

1 Mart 2008

Wednesday, February 11, 2009

Cemal Kutay - "ATATÜRK ŞAMAN'DI!"

12 Aralık 1999 Hürriyet Gazetesi (pazar eki)'nde Cemal Kutay ile yapılan röportajdan alıntı !

"ATATÜRK ŞAMAN'DI!"

Siz bir Atatürk yazarı mısınız? Hangi hadise sizi yakın tarihle ilgili kitaplar yazmaya itti?

- Atatürk'ün çok yakınında olduğuma inanıyorum. Benim özelliğim şu oldu. En uzun süre ben kaldım emrinde. 11 sene 6 ay 2 gün. Ölümünden 59 gün evvel eline aldığı son kitap benim emeğimdi. Bakın ben, Diyanet İşleri'ne başvurdum. Bunu şaka zannetmeyin, ciddi. Ben şamanım. İslamiyet'ten evvelki şamanım. Şamanlık da hala Türkler’de vardır. Üsküdar'dan gelin Harem'e doğru. Bir türbe görürsünüz. Bu türbe Genç Osman’ın Hotin seferinde bindiği atın türbesidir. Oraya gömmüş adam onu. Hala Orta Asyalı.

Siz de Orta Asya'daki bu şeylere bağlı mısınız?

- Tamamen bağlıyım. Mesela kadın erkekten 9 adım önde yürür. Üç kutsal sayıdır Türklerde, 3'ün katı. Bir obada üç çocuk ikisi erkek biri kız oldu mu, kız mirastan eşit pay alsın diye iki erkekten büyüğü atına biner gider.

SÖZ MİLLETİNDİR BANA AİT

Siz, Türkçe ibadetle ilgili bir tartışma başlattınız. Bu görüşlerinizi daha önce mi yazmıştınız?

- Çok önce yazmıştım. 1945-1950 arasında Millet Mecmuası'nı çıkarıyordum. Türkiye o zaman 15-16 milyondu. 22 bin 200 abonem vardı ve 60 bin baskı yapıyordum. Bugün Aktüel, Nokta, Tempo, hepsi birleşse olamaz. O meşhur ‘‘Yeter Söz Milletindir’’ sözü benimdir, Demokrat Parti'nin değil. Bunu Celal Bayar hatıralarında itiraf etti. ‘‘Biz bu Yeter Söz Milletindir'i Cemal Kutay'ın Millet Mecmuası'ndan aldık’’ dedi.

Siz son üç senedir büyük ilgi görüyorsunuz. Ne oldu son senelerde?

- Basında bir tekelleşme oldu. Bu tekelleşmeye bir de renkli cam katıldı. Bu değişim beni o renkli cama itti, kitaplarımı vitrine koymaya zorladı. Yani zaman değişti. Yoksa Cemal Kutay olduğu yerde duruyordu.

Türklerin Orta Asya'dan gelişinden bahsettik. Atatürk'ün devrinde böyle bir tarih tezi geliştirildi biliyorsunuz. Anadolu'nun eskiden beri Türk olduğu, Hititlerin de Sümerlerin de Türk olduğu tezi ortaya atıldı. Sonra bir Türk-İslam sentezi çıktı ortaya. Bu da bir tez. Siz ne düşünüyorsunuz?

- Bu Arap kültür emperyalizminin oyunudur. Hac ticaretinin oyunu. Gelsin Diyanet İşleri Başkanı, Türkiye'nin en büyük yazarları da gelsin bir şura kuralım. Mustafa Kemal'in Müslümanlarda Hazreti Muhammed'den sonra en büyük kafa olduğunu ben ispat edeyim, onlar cevap versinler. Eğer ben kazanırsam onlar evvela lütfen biz Müslüman değiliz desinler.

TEK BAŞIMA SAVAŞIYORUM

31 Mart gibi iki kere yazdığınız bir kitap var mı?

- 31 Mart'ın kapıda olduğunu göstermek için yazdım.

Bunu 1994'te Refah Partisi iktidardayken yazmışsınız.

- Tabii. Bugün isteseler bugün yaparlar 31 Mart'ı. Sakın beni hayalle itham etmeyin! Çelik gibi Türk ordusu. Dün Kuleli'ye (Askeri Lise) gittim ben. Hepsini yetiştiren kaynak orası. Bu Atatürk kızı (yardımcısı Kezban Hanım) yanımdaydı. Ona bir metin okuttum. Atatürk'ün şamanlığına dair.

Nedir bu metin?

- Atatürk'ün el yazısıyla! ‘‘Bu memleket, Dünyanın beklemediği, asla ümid etmediği bir müstesna mevcudiyetin yüksek tecellisine, yüksek sahna oldu. Bu sahna 7 bin senelik, en aşağı bir Türk beşiğidir. Beşik tabiatın rüzgarlarıle sallandı; beşiğin içindeki çocuk tabiatın yağmurlarıle yıkandı, o çocuk tabiatın şimşeklerinden, yıldırımlarından, kasırgalarından evvela korkar gibi oldu; sonra onlara alıştı; onları Tabiatın babası tanıdı. Onların oğlu oldu. Bir gün o Tabiat çocuğu Tabiat oldu; şimşek, yıldırım, güneş oldu; Türk oldu. Türk budur. Yıldırımdır, kasırgadır, dünyayı aydınlatan güneştir.’’ Haklı mıyım? Hangi cilde sığdırabilirsiniz şu birbuçuk kağıdı?

Evet, şimşek oluyor, yağmur oluyor. Peki nasıl karşıladılar bu metni oradaki askeri öğrenciler?

- Ben söylemeyeyim de bu Atatürk kızı söylesin. Hiçbir politikacı hayatında böyle alkışlanmaz. Gözleri dolu doluydu.

O tarih tezini devam ettiren tek kişi kaldınız siz herhalde?

- Tek başıma savaşıyorum. Lütfen inanın. Kimsem yok yanımda!!

Gençler ve çocuklardan size bir ilgi var mı?

- Tahmininizin üstünde. Dün şu genç kızla birlikte Kuleli Askeri Lisesi'ne gittim. Kuleli Askeri Lisesi kurulalı, bu kadar alkışlanan kimse olmamış. Bana bunu kumandan söyledi. Pırıl pırıl bir kumandan. Pırıl pırıl bir öğretmen kadrosu, sivil ve asker. Atatürk kızlarını gördüm, ağladım.

Atatürk'ün şamanlığından bahsettiğinizde alkışladı mı çocuklar?

- Ayağa kalktılar.

Atatürk Afet İnan’a yazmış

Cemal Kutay, Kuleli Askeri Lisesi'nde öğrencilere okuttuğu metni, bir poster olarak bastırmış. Bundan bir tane de bana ve fotoğrafçı arkadaşım Kutup Dalgakıran'a verdi.

Peki Atatürk, Türklerin tabiatla, yağmurla, kasırgayla içiçe olduğunu anlattığı, bu yüzden de Cemal Kutay'ın şamanlığın bir tür ifadesi olarak gördüğü bu metni ne zaman yazmış?

Cemal Kutay şöyle anlatıyor:

‘‘Afet İnan doktora tezini hazırlıyormuş. Hocası Profesör Pittard ona ‘‘Milletini anlat, Türkleri anlat’’ demiş. Bana kalırsa öğrencisinin Atatürk'e başvuracağını tahmin ediyordu. Afet İnan da tezi hazırladıktan sonra Atatürk'e götürmüş. 150 sayfalık bir tezmiş bu. Atatürk bakmış, gülmüş, bana bir kağıt ver demiş. Bir beyaz kağıt almış, el yazısıyla bu satırları yazmış, yer kalmadığı için de ikinci bir kağıt kullanmış. Bu yüzden metin birbuçuk sayfadır.’’



Cemal Kutay'a, bu belgeyi Hikmet Bayur vermiş. Uzun yıllar elinde kalmış. Ama şimdi yalnız fotokopisi var.

‘‘27 Mayıs'tan sonra sordular, ama ses çıkarmadılar. Korutürk döneminde de bir şey olmadı. Ama sonra Evren Paşa zamanında Atatürk'e ait bütün belgelerin özel kişilerden toplanması kararlaştırıldı. Böyle bir karar çıktı. Bir binbaşı geldi, makbuz karşılığı aldı. Ama ben fotokopisini almıştım. Sonra bu fotokopiden bastırdım.’’